4 Mart 2011 Cuma




Ben bal arısı gibiydim senden önce. Bak pervanelere gördüm seni görünce :)

Bu şarkı, aşkı ne kadar da saf bir şekilde anlatmış... İyi böyle biri var hayatımda, iyi ki de "onu" seviyorum. Hem de çok !

3 Mart 2011 Perşembe

Black Swan ve sonrasındaki muhteşem saatler ...

Dün 16:45 seansına Black Swan' a gittik. Film hakkında söylenebilecek çok şey yok aslında. Yönetmeni, oyuncuları, çekim tarzı, senaryosu ve tabi ki muhteşem kostümleriyle, başyapıt olarak nitelendirebileceğim muhteşem bir filmdi. Uzun zamandır bu kadar güzel ağlayan bir kadın ve bu kadar etkileyici bir final görmemiştim. Ayrıca filmde Beth karakterini oynayan kişinin Winona Ryder olduğunu da filmden çıktıktan sonra farketmem enteresandı :)

Filmden çıktıktan sonra, içinde bulunduğumuz alışveriş merkezinde biraz zaman geçirmek istedik ve kendimizi petshop' un önünde bulduk. Her ne kadar petshop' ların tamamen kapatılması imkansız olsa da, her isteyenin kolayca petshop açabilmesini yanlış buluyorum. Çünkü çoğu petshop, sevgiyle işletilen bir yerden çok, tamamen ticarethaneye dönüşmüş bir pislik yuvası halinde. Özellikle AVM' lerin içindeki petshop'larda bulunan hayvanlar, hiçbir şekilde güneş görmüyor, toprağa basmıyor ve yarım metrekareden küçük kafeslerde, kendi pislikleri üzerinde yaşamaya mahkum ediliyorlar. Dün gördüğümüz petshop da böyle bir yerdi işte.

İçeri girer girmez tek bir şey dikkatimizi çekti. Küçücük kafeste ayağa bile kalkamayan bir Golden ! Sanki bir mobilyaymışcaşına oraya terkedilen, üzerine de koskocaman bir etiket yapıştırılmış, çelimsiz, zavallı ve yalvaran gözlerle bakan bir Golden...

Onun o haline ve bakışlarına daha fazla dayanamadım ve dışarı çıktım. Eve giderken gözyaşları içindeydim. O köpeği almalı mıydım? Yoksa gidip o petshop'u sahibinin başına mı yıkmalıydım? Bu köpeği alsam bile, diğer masum köpeklerin hangi birini kurtarabilirdim?

Bu düşünceler içerisinde eve vardım. Saat 8 gibi tekrar dışarı çıktım ama köpek aklımdan çıkmıyordu. Hiçbir şeye konsantre olamıyordum. En sonunda bu durumu ailemle paylaştım. Onlar da çok üzüldüler ve bu sefer 4 kişi hepberaber düşünmeye başladık.

Evimizde 2 köpek ve 1 kedi var. Ve her ne kadar çok büyük bir daire olsa da sonuçta bir apartmanda yaşıyoruz. Biz alsak nasıl bakabiliriz? Ona yeterince zaman ayırabilir miyiz? Bir canlının daha sorumluluğunu alabilir miyiz diye düşünürken kendimizi tekrar aynı petshop'ta bulduk.

Ben çok üzgün ve hassas bir anımda olduğum için tekrar içeri girmedim, dışarda oyalandım. Kardeşim seslendiğinde arkamı bir döndüm ki bizim minik Golden, Ece' nin kucağında !!!

Annem ve babam da görür görmez aynı bizim gibi hissetmişler ve hemen onu ordan kurtarmışlar. Zavallıcık 5,5 aylıkmış ve kocaman olmasına rağmen minicik bir kafese tıkılmış. Ayrıca sonradan farkettik ki, kuyruğu da kesilmiş!

Özellikle bir Golden Retriever' ın en büyük gurur kaynaklarından biridir kuyruğu. Üstelik ne tam kesilmiş, ne de bırakılmış. İkisinin ortasında saçma sapan bir hizada. Biz onu sevdikçe kuyruğunu sallamak istiyor fakat yapamıyor. 1 aylıkken bırakılmış o petshop'a. Ve tam 4,5 aydır kafeste yaşıyor. Gezdirilmediği için, ayakları toprağa basmadığı için ve en önemlisi temiz hava alıp güneş görmediği için kemikleri tam gelişmemiş ama olsun! İyi bakılırsa herşey mümkün.

Kendi köpeklerimize de bakan, Antalya'nın en en en iyi hayvan hastanesi olan Akdeniz Hayvan Hastanesi' ne vardık. Orda, onu yere bıraktığımzdaki hali içler acısıydı. Etrafından korkan, doğru düzgün adım atamayan, attığı adımlar, kemikleri güçsüz ve gelişmemiş olduğu için yamuk olan bir yavru vardı karşımızda. Zayıflıktan midesi içine çökmüştü.

Bir sürü test yapıldı. Testlerin sonucu temiz çıktı. Aşıları yapıldı. Bugün hayatında ilk defa banyo yapacak. Midesi düzgün bir mamayla tanıştı. Kısacası hayatı kurtuldu.

Aslında onu hayvan hastanesine götürürkenki amacımız, tüm ihtiyaçlarını ve aşıları karşılayıp, sahip bulabilmekti. Ama o suçsuz yavrunun bize tutunuşunu görünce ondan vazgeçemeyeceğimizi anladık.

Bu hafta hastanede kalacak Marley. Çünkü vitamin desteği ve yoğun bir bakıma ihtiyacı var. Sonra da Reçel ve Toffie isimli, biri American Cocker, diğeri Chow Chow olan kardeşleriyle tanışmak için evimize gelecek.

Geçen hafta İzmir'e giderken yolda önümüze bir köpek fırladı ve 180 km. hızla gidiyor olduğumuz için malesef o köpeği kurtaramadık :( Marley, o köpeğin yerine bize özel olarak gönderilen, özel bir canlı bence. İstemeden bir köpeğin canını aldık ve 1 hafta sonra başka bir köpeğe can verdik. Dilerim onun ruhu, Marley'de can bulur. Ve Marley hayatı boyunca hep mutlu olur !

Toffie & Reçel



Geçen hafta

2 Mart 2011 Çarşamba

The World's Smallest Portable Vinyl Record Player

Dünyanın en küçük plak çaları Sound Wagon !!!!



Video için tıklayın.

Dr.Çisem Dr. Çisem 202 Numaralı Ameliyathaneden Bekleniyorsunuz!

En sonunda bu da oldu! Uzun zamandır istediğim birşeydi canlı canlı bir ameliyat izlemek. İşim gereği zaten sağlık sektörünün tam ortasına düşmüş durumdayken ve böyle bir imkanım varken geri çevirmek olmazdı. Ben de kalktım gittim. Steril kıyafetlerimi giydim. Her ne kadar mavi renkte olsalar da onların genel ismi "yeşil" miş. Herkes, " M beden yeşil var mı? " ya da " Yeşilleri şu odadan alabilirsiniz " diye konuşunca ben de aldım yeşillerimi. Steril kıyafetlerim tamamdı. Bone ve maske aşamasını da geçtikten sonra, sıra el ve kolların sterilize edilmesine geldi. Hayatımda hiç bu kadar uzun el yıkadığımı hatırlamıyorum. Tam 6 dakika el yıkadım. Artık tamamen sterildim ve ameliyata girebilirdim.

Ameliyat olacak olan hasta getirildi. Bu bir diz kapağı protezi operasyonuydu. Hastanın tüm bacağı Baticon'landı. Sonra bir güzel diz kapağının 2-3 cm. üzerinden, 2-3 cm. aşağısına kadar yarıldı. Baya bir kan akar diye düşünmüştüm ama öyle olmadı. Takır tukur kemik işlemlerinden sonra protez yerleştirildi ve hasta kapatıldı.

Ameliyat izleme konusunda hiç sıkıntım olmadı bu zamana kadar. Daha önceden canlı bir ameliyat izlememiş olsam da, internet üzerinden çok sayıda ameliyat izledim. Görüntü konusunda herhangi bir rahatsızlık yaşamadım. Ama hastaneye giderken tedirgin olduğum tek bir nokta vardı. O da "koku" !

Zaten tedirgin olmakta da haklıymışım. Çünkü ameliyatın sonlarına doğru inanılmaz bir yanmış et kokusu sardı odayı. O aşamadan, ameliyat bitimine kadar ağzımdan nefes almak zorunda kalsam da çok güzel bir deneyimdi. Herkese tavsiye ederim :))

Ameliyata hazırım :)


Hasta hazırlanıyor


Mikrop kapmaması için tüm bacak Baticon'la temizleniyor






Bu arada diz kapağı çok çirkin birşeymiş :)


Çıkan fazla deri ve kemik parçaları 


Ameliyat bitti, kullanılan setler yıkanıyor :)

Uslu bir çocuk olursanız belki birgün siz de Şirinler'i görebilirsiniz :))

Y e t e r !!!

Önce YouTube, sonra Fizy, şimdi de Blogspot! Dns ayarlarını değiştirip giriyoruz eyvallah ama sadece özgür olabilmek için daha ne kadar dolaylı yollardan fikir beyan edicez ki? Bütün bu saçmalıklar sona erene kadar susmak yok! #blogumadokunma

Buraya tıklayarak tepkinizi belli edin, sesiz kalmayın !!!

1 Mart 2011 Salı

Bir Amerika yolculuğu da böylece biter ...


Dünyanın en büyük ortopedi kongrelerinden birisi olan AAOS 2011 için 14 Şubat Sevgililer Günü sabahı 07:25 uçağıyla yola çıktık. Antalya-İstanbul, İstanbul-Chicago, Chicago-San Diego uçuşlarından sonra nihayet otele vardığımızda sanırım 28 saat sonrası olmuştu. Yolculuk bu kadar uzun olunca, 4 film (Due Date, Vampires Suck, 27 Dresses, Bride Wars) ve 2 sezon The Simpsons izleyerek mümkün olduğunca kendimi oyalamaya çalıştım ve tüm bu üst üste izlenenler, vardığımız zaman dev bir kafa karışıklığı olarak bana geri döndü :) 















Otelimizin en güzel yanı, kongre merkezinin tam karşısında olmasıydı. Bu sayede ulaşım için zaman kaybetmemiş olduk. Her ne kadar çok sevimli kahve makinelerinin olduğu odalara, rahat yataklara ve güzel bir manzaraya sahip bir otel olsa da, Türkiye'deki çoğu otelin ezip geçeceği bir oteldi Hilton Bayfront. Tüm dünyada oteller zinciri olan Hilton'da, sabahları kahvaltı için 15-20 dakika sıra bekledik, odaların temizlenmesi yetersizdi, kahvaltı çoğu Avrupa ülkesinde olduğu gibi Amerika'da da sağlıksızdı. En saçma şeylerden biri de internet bağlantısının otel müşterilerine bile ücretli olmasıydı. Konaklama ücretlerinin gayet yüksek olduğu bir otelde, ülkemizde en düşük bütçeli öğrenci kafelerinde bile ücretsiz olan bir servisin günlük 19$ (veya saatlik 7$) olması da enteresandı.  Daha sonra gittiğimiz bütün yerlerde aynı sistemin olduğunu görünce şaşırmaktan ve sinir olmaktan vazgeçip durumu kabullenmek zorunda kaldık :)

Odamdaki sevimli kahve makinam:)

Otel 

Odadan bir görüntü

Ertesi sabah kahvaltı sonrası kongre merkezine gittik. 1993 yılından itibaren sayısız ödül almış olan San Diego Kongre Merkezi bana göre mükemmel bir seçim olmuş. Bünyesindeki yiyecek-içecek standları, çalışanların sonsuz ilgisi ve sabrı ve her yerin aşırı temiz olması, kongre merkezinin en çok dikkat çeken taraflarıydı. Ama diğer yandan, burda da Wi-Fi erişiminin ücretli olduğunu söylememe gerek yok sanırım :) 

SAN DIEGO KONGRE MERKEZİ

Babam, distribütorü olduğumuz Stryker standındayken. 
Minik bir kahve molası:)




Salonlardan birinin önünde




KISA KISA SAN DIEGO




- Amerika'nın 7. en büyük, California eyaletinin ise 2. en büyük şehri. 
- 963,6 km2 yüzölçümüne sahip. 
-Tüm o görkemli Amerikan tarzının yanısıra, Meksika sınırında bulunduğu için enteresan bir etnik yapıya da sahip. 
- Meksika-Amerika sınır kapısı olan San Ysidro Border, dünyanın en işlek sınır kapısı olarak tanımlanıyor.
-Top Gun filminin büyük bir kısmı burda çekilmiş. (Miramar Askeri Havaalanı)
- İklimi gayet yaşanılır seviyede. Kışın en soğuk -2, yazın en sıcak 35 derece.
- Amerikan Futbol Ligi'ndeki takımı "Chargers", Beyzbol Ligi'ndeki takımı ise "Padres"




Eveeeet bu güzide bilgilerden sonra tekrar geziye dönüyoruz. San Diego'daki ilk günümüz AAOS'ta geçti. Akşam yemeği için şehir merkezi kabul edilen Gaslamp Quarter ' daki Hard Rock Hotel'e bağlı çalışan Mary Jane's e gittik. Hem hızlı servise sahip olup, hem de lezzetli yemekler barındırdığı için sonraki günlerde de sık sık ziyaret ettiğimiz bu restorant, 5. Cadde'ye girer girmez sağ tarafta.  Olur da yolunuz düşerse mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. 


Gaslamp Quarter, özellikle Cuma ve Cumartesi akşamları, şehrin 16-35 yaş arası nüfusunun, kelimenin tam anlamıyla akın ettiği bir yer. 1880-1910 yılları arasında yapılmış eski binaları, dünya mutfağının değişik örneklerini bulabileceğiniz çok sayıda restoranı, Amerikan gençlik filmlerinden aşina olduğumuz, içinde en az 5-6 tane bilardo masası bulunan barları ve gece kulüpleri, çok sayıda elektronik eşya mağazaları ve birbirinden renkli araba ve taksilerle çevrelenmiş sokakları ile, Gaslamp Quarter yürüyüş yapmak, etrafı gezmek, alışveriş yapmak ve yemek yemek için ideal bir seçim.






































Gaslamp Quarter'da, eskiden makarna fabrikası olan ve sonradan restore edilerek güzel bir restorana dönüşen Old Spaghetti Factory.




Aynı bölgede hoşuma giden bir diğer şey ise, hemen hemen her sinemanın bir salonunun, belli gün ve seanslarda eski filmlere ve klasiklere ayrılmış olmasıydı. Bizde de böyle bir uygulama olsa hoş olmaz mıydı sizce de? Evimizdeyken bile sıkılmadan deflarca izlediğimiz ve her defasında ayrı keyif aldığımız Yeşilçam filmlerini yeniden beyaz perdede izlemenin düşüncesi bile güzel !






Amerika'ya gidişim tatil amaçlı olmadığı için, malesef çok fazla gezip inceleme olanağım olmadı. Daha doğrusu, gittiğim yerleri yüzeysel olarak gezdim diyelim. Keşke daha fazla zaman olsaydı diye hayıflanarak çıktığım yerlerden birisi de Michael J. Wolf - Fine Arts isimli bir sanat galerisi. Bu galeriye tesadüfen girdim. Vitrinde dikkatimi çeken yağlı boya bir tablo vardı. Tablo, bir masanın üzerinde duran iki kadeh şarap bardağı, servis edilen bir şişe şarap, şişenin mantarı, tirbüşon ve kumaş peçetelerin resmedildiği bir tabloydu. Benim hayran kaldığım nokta, tüm bu farklı dokulardaki nesnelerin kusursuzca resmedilmesiydi. Fotoğraf çekmek yasak olduğu için görüntüleyemedim fakat kısa bir araştırma sonucu tablonun fotoğrafına ulaştım. Bu şekilde dijital ortamda bakılınca rahatlıkla fotoğraf zannedilecek bir tablo bu. Anladığım kadarıyla tablonun ressamı olan Thomas Arvid'in  uzmanlık alanı da şarap resimleri. Değişik çalışmalara ilgi duyuyorsanız yazıdaki linke (turuncu renkli kısım) tıklayıp diğer sanatçıların eserlerini de görmenizi şiddetle tavsiye ediyorum. 




"It's a Shore Thing" by Thomas Arvid




San Diego'daki ikinci günümüz yine kongreyle başladı ama bu sefer öğlen saatlerinde işimiz bitti ve biz de kendimizi yeni keşifler için sokağa atmış olduk. Yakın arkadaşlarım çok iyi bilirler ki bende bitmek bilmeyen bir Dvd çılgınlığı vardır. Henüz bana göre çok az sayıda Dvd'm var fakat bunun ciddi bir koleksiyon olması için elimden geleni yapıyorum. Bu Dvd merakım zaman zaman başıma ilginç olayların veya tesadüflerin gelmesine sebep oluyor. Bunlardan biri de San Diego'da oldu. İlk gün baya bir yürümemize rağmen, kitap,Dvd,konsol oyunları vs. satan, D&R konseptinde bir yer görmedik. Benim de kötü bir huyum var, mutlaka kendim keşfedicem! Bu yüzden inatla kimseye sormuyorum veya internetten bakmıyorum. İkinci gün öğleden sonra, uzakta ve yüksekte bir tabela gördüm. Üzerinde " Dvd's - Magazines - Books - Souvenirs " yazıyordu. Haliyle babamı oraya doğru sürüklemeye başladım. Yaklaştıkça heyecanlanıyordum, çünkü 2 yıldır çılgınlar gibi aradığım 3 tane film belki de oradaydı!?! Fakat 10 dakikalık bir yürüyüşün ardından, tabelanın olduğu yere vardığımızda, içimdeki heyecan, hem babamı hem de beni etkisi altına alan bir gülme krizine dönüştü. Çünkü babamı resmen sürüklediğim yer, Amerika'nın en ünlü seks shop'larından biri olan HUSTLER' dı. Tabelada bahsedilen Dvd'lerin, dergilerin, kitapların ve hediyelik eşyaların da nasıl olduklarını açıklamama gerek yok sanırım :)


 Hustler hüsranından sonra, biraz daha yürüyüp bir alışveriş merkezine gitmeye karar verdik. Gittiğimiz yer San Diego'nun en büyük AVM'lerinden biri olan Fashion Valley' di. Ülkemizde de onlarca benzeri olan bu AVM'de beni mutlu eden tek bir yer oldu. Orası da tahmin edebileceğiniz üzere, Apple Store.


İçeri girdiğim anda, sadece Apple' cıların hissedebileceği o güzel his beni benden aldı diyebilirim:) Mağazada çalışan yaklaşık 50 tane satış görevlisi vardı. Hepsi aynı mavi Apple t-shirt'lerinden giymiş, ellerinde her işi yapan iPhone'larıyla sürekli hareket eden görevliler, bu Apple Store'a bambaşka bir dinamizm katmış bence. Burda ilginç olan ise; mağaza içinde gözle görünür bir kasa veya POS makinesi olmamasıydı. Almak istediklerimi aldıktan sonra bir görevliyle irtibata geçtim ve işte o zaman beni hayrete düşüren kasa ve POS sorunsalını da çözmüş oldum. Çünkü Steven ismindeki görevlimiz, elindeki iPhone'u aldığım ürünlerin barkodlarına doğrultarak hepsini okuttu ve sisteme geçmiş oldu. (Merak edenler için, iPhone'a ufak bir aparat ekleyerek barkod okuyucu haline getirmişler.) Daha bunun şaşkınlığını üzerimden atamadan, Steven uzattığım kredi kartını da iPhone'un yan tarafından geçirince o an daha öncekilerden çok farklı bir Apple Store'da olduğu bir kez daha anlamış oldum:) iPhone ekranına parmağımla imzamı attım, faturam da e-mailime geldi. Böylece çevreci bir biçimde alışverişimi tamamlamış oldum. Kasa kısmına gelince de, teşhirdeki bilgisayarların konulduğu masaların gizli çekmeceleri varmış. Ayrıca bu masalar dijital masalarmış. iPhone üzerinden bir yazılımla çalışan masalardaki kasaları açmak için, yazılıma girip kullanıcı adı/şifre girildikten sonra onaylayınca, masanın  yan tarafından otomatik olarak kasa açılıyor. Böylece kocaman kasalarla göz estetiğimizin, fatura/fiş sesleriyle de kulak estetiğimizin içine edilmeden, mutlu mesut alışverişimizi tamamlayabiliyoruz :) Ne diyelim, iyi  ki varsın Apple !



Minik Apple'cılar da unutulmamış :)






O gün başka birşey yapmadık. Zaten otele varmamız akşamı bulmuştu. Saat farkından dolayı zamanlı zamansız acıktığımız için atıştıracak birşeyler stoklayıp odalara çekildik. Bu arada, benim kaldığım oda 27. katta olduğu için ve otel %100 dumansız hava sahası olduğu için takdir edersiniz ki her sigara içmek istediğimde otel dışına çıkmak zordu. Odadaki camlar da güvenlik sebebiyle açılmayınca, çareyi lise yıllarındaki teknikte buldum. Dumanı olabildiğince elimle yok ederek 5 gün boyunca sıcacık odamdan çıkmadan bu işi de halletmiş oldum :) Övünülecek bir durum değil tabi ki ama paylaşmadan geçemedim. Allahtan havalandırma çok iyiydi yoksa oda değiştirmek zorunda kalabilirdim. 


İlk iki gün yıldırım hızıyla geçti. Üçüncü günün sabahında, Meksika sınır kapısı olan "San Ysidro" ya 20 km. uzaklıkta olduğumuzu öğrendik. Gelmişken orayı da görelim diyerek, rent-a-car yollarına düştük. Araba kiraları Türkiye'ye göre gayet ucuz. İstanbul'da günlüğü en az 200 TL' den başlayan arabalar Amerika'da 60-100$ arası bir fiyata sahip. Ekstradan bir 10$ karşılığında da Gps alınıyor. Yani gayet mantıklı. 


Araba kiralanan yerdeki görevliye Meksika'ya geçeceğimizi söylediğimizde, üzerimizde 20$ dan fazla değeri olan hiçbir şey götürmememizi söyledi. O an biraz tereddüt ettik haliyle. Çünkü geçeceğimiz şehir olan Tijuana, silah ve uyuşturucu kaçakçılığının en çok olduğu Meksika şehriymiş. E biz de beyaz peynir kıvamında, resmen "biz turistizzz!" diye bağıran şahsiyetler olunca, vazgeçmeyi düşündük. Ama sonra, değerli eşyalarımızı bırakıp öyle geçeriz diyerek (Bu kısımda Ya Allah Bismillah efekti var) son kararımızı vermiş olduk. Geriye tek bir sorun kalmıştı. Amerika'dan Meksika'ya geçişte herhangi bir pasaport işlemi veya kontrol olmadığı için girmek çok hızlı oluyormuş. Ama Meksika'dan Amerika'ya dönerken haliyle pasaport kontrolü var ve bazen 2-2,5 saat süresince araba beklemek zorunda kalınıyormuş. Bu yüzden biz de madem macera yaşayalım dedik tam olsun diyerek sınıra kadar arabayla gittik. Ordak ibir otoparka arabayı bırakıp yaklaşık 10 dk. lık mesafeyi yürüdük ve elimizi kolumuzu sallaya sallaya Meksika'ya geçmiş olduk. 


Geçer geçmez çok ağır bir koku karşıladı bizi. İki şehir arasında 1 adımlık fark var ama San Diego'da herşey normalken, Tijuana'ya adım atar atmaz pis bir koku duyuluyor. Bu da çok ilginç.  Veya yürüyerek geçtiğimiz için bize çok ilginç geldi:) Bu arada Tijuana, Carlos Santana'nın da doğduğu yer.


 Saat öğleden sonra 2 civarı olmasına rağmen sokaklar çok ıssızdı. Ara sıra önümüze çıkan dilenciler, mendil satan çocuklar veya sokak ortasında sızmış insanlardan başka kimseyi göremedik bir 15 dk. boyunca. Şehir merkezine doğru yürürken farkettim ki her tarafta eczaneler ve diş doktorları var. Sanki şehir bu iki meslekten ibaret gibi. Hayatımda hiç bu kadar çok eczaneyi aynı yerde görmedim :) Biraz daha yürüdük, açık bulduğumuz bir dükkana girdik. Buraya kadar gelmişken tekila almadan olmaz:) Tekila ve 1 tane de dev Meksika şapkası alıp, Tijuana'da geçirdiğimiz yaklaşık 40 dakikayı bile çok bularak San Diego'ya geri döndük. 




San Ydisro Border

Üst kat dişçi alt kat tabiki de eczane :)







Amerika'ya dönüş kapısı

Dönüş yolundaki pasaport kontrolü




Amerika'ya kadar gelip, California eyaletinin sınırlarından girip, Los Angeles'a gitmeden olur mu? Tabiki de olmaz. Biz de hazır araba kiralamışken, Meksika macerasını yaşadığımız günden 1 gün sonra sabah 10:30 gibi Los Angeles'a doğru yola çıktık. San Diego - Los Angeles arası yaklaşık 200 km. olduğu için ve bizim de dönüş için çok geç kalmamamız gerektiği için fazla oyalanmadan devam ettik. Yol üzerinde Newport Beach'e uğrayıp yemek yedik. Hemen Newport Beach'ten çıkıp L.A. 'ye devam edelim derken bir anlık dalgınlıkla Newport merkezine doğru gitmişiz. Ama iyi ki böyle bir dalgınlık oldu. İyi ki yanlış yola girdik. Yoksa hayatımda gördüğüm en huzurlu yer olan Newport Beach'ten habersiz, yaşamıma devam edebilirdim.


Öncelikle, şehirde gürültü yok. Her taraf yemyeşil. Mükemmel bir sahil kenarına dizilmiş yüzlerce villadan oluşuyor. Bu arada hayalimdeki evi de canlı kanlı bir biçimde görmüş oldum. Çünkü ben mimar olsam ve kendime bir ev tasarlıyor olsam, o evi tasarlardım. Ne eksiği var ne de fazlası. Neyse, lafı fazla uzatmıyorum. Fotoğraflar daha iyi anlatacaktır :)















İşte bu da benim bayıldığım ev !! 


Newport Beach, film festivali ile de ünlü bir şehir. Eğer yolunuz düşerse, bu yıl 13. yılını kutlayacak olan Newport Beach Film Festivali , 28 Nisan- 5 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek. Ayrıca bir dönemin fenomenlerinden olan O.C. dizisi de Newport Beach'te çekilmiş.


Kısa bir Newport Beach turundan ve bir insanın bir eve de aşık olabileceğini öğrendikten sonra tam gaz Los Angeles'a devam ettik. Varmamıza yaklaşık 70 km. vardı. Benim Los Angeles'ı bu kadar çok görmek istememin belki de en önemli sebebi kuşkusuz Hollywood. Hem 2011 Oscar töreni hazırlıkları da devam ederken Kodak Theatre'ı görme fırsatı, hem Walk of Fame' de belki de Audrey Hepburn' ün yıldızını bulma ihtimali ve tüm o ihtişamıyla tepeden bize göz kırpan dev Hollywood işareti, beni daha da heyecanlandırdı. 
Walk of Fame, yani ünlü Şöhret Yolu' na vardığımız zaman aslında gayet ümitsizdim. Çünkü Los Angeles sınırından girmemizle hafif hafif başlayan yağmur, buraya ulaştığımızda sağanak yağışa dönüşmüştü. Bir süre arabanın içinde yağmurun hafiflemesini bekledik. Daha sonra zaman kaybetmemek için kendimizı dışarı attık. 
Ayağımı kaldırıma koymamla birlikte attığım çığlık yüzünden etraftakilerin tuhaf bakışlarına maruz kalsam da, o an bana göre ilahi bir andı. Çünkü, bizi yağmurlu bir havaya denk getiren kader, bu kez müthiş birşey için ağlarını örmüştü:) Gördüğüm ilk yıldız, "Audrey" indi ... Yaklaşık 6-7 dakika bu yıldızın başından ayrılamadım. Bunlar benim için çok özel dakikalardı. Ondan sonra gördüğüm yıldızlar beni bu kadar heyecanlandıramadı çünkü başlangıcı büyük bir efsaneyle yapmıştım :)



2.1 km uzunluğunda olan ve yaklaşık 2.400 yıldız barındıran Walk of Fame' de, amiyane tabirle "dakika bir gol bir" durumunu yaşamak pahabiçilemez bir deneyim oldu:) Zaten sınırsız vaktimiz bile olsa, tamamını gezemezdik çünkü yukardaki fotoğrafın çekilmesinden yaklaşık 20 dakika sonra, bir öncekinden de şiddetli bir yağmur ve rüzgar başladı. Biz de yağmurun biraz olsun hafiflemesini beklemek için ise Borders' a sığındık. 


Borders, ünlü bir kitapevi zinciri. İçindeki kafeden kahvelerimizi alıp kitapevini keşif için dağıldık. İlk gittiğim bölüm haliyle Dvd' lerin olduğu bölümdü. 15-20 dakika araştırdıktan sonra yaklaşık 2 senedir aradığım 3 Dvd'den 2 tanesini bulunca yüzümde oluşan sırıtık ifade o akşamın sonuna kadar kaybolmadı sanırım :)


Her ne kadar hava berbat olsa da, Kodak Theather' ı görememiş olsam da, yağmurdan sırılsıklam olup ertesi gün burun akıntılarından perişan olsam da, "Audrey" yıldızıyla konuşup, aradığım dvdleri bulmak beni yeterince mutlu etti. Los Angeles - Hollywood' dan geriye ise; güzel anılar ve tabiki de fotoğraflar kaldı ...

Audrey Hepburn' ün ilk eşi Mel Ferrer








 All-star Weekend olunca her yerde konsept aynı :)





Yolda giderken gördüğümüz, muhtemelen Meksika'lı direksiyon teyze.


Los Angeles Recording School !







Günler resmen ışık hızıyla geçmişti. Daha gezilecek çok yer vardı ama tarih 19 Şubat olmuştu bile. Yani San Diego' da son günümüz. 
Buraya geldiğimiz gece, havaalanından otele giderken, limanda dev gibi bir savaş gemisi dikkatimi çekmişti. Üzerindeki savaş uçakları ve muazzam ışıklandırması ile dikkat çekmemesi mümkün değildi zaten. Biraz araştırma sonucu o geminin USS Midway isimli, Amerika Birleşik Devletleri'nin en büyük savaş uçağı gemisi olduğunu ve 2004'ten beri müze olarak sergilendiğini öğrendim. Son günümüz için program belli olmuştu:) Saat 10:00'da açılan müze için 09:30 gibi iskeleye gittik. Beklerken mükemmel bir denizci heykeliyle de fotoğraf çektirme imkanım oldu.




Açılır açılmaz müzeye girdik. 304 metre uzunluğundaki ve 76.000 ton ağırlığındaki bu yüzen dev, 1943 yılında yapılmaya başlanmış ve 1945'te suya indirilmiş. Geçmişte yaklaşık 225.000 Amerikan askerinin evi olmuş. Siyasi ve tarihi konuları bir kenara bırakırsak, Midway'de dolaşmak beni bir hayli etkiledi. Özellikle Vietnam Savaşı'nda Amerikan ordusuna tüm varlığıyla güç veren Midway, şuan bünyesindeki 60 sergi,restore edilmiş 25 uçak ve çok sayıda uçuş simulatörleri ile gezmeye, görmeye açık durumda. 









Son günümüzü de USS Midway Museum' da geçirmiş olduk. Şimdi sıra en zor olan şeye gelmişti. Eşyaların toplanması ve geri dönüş yolculuğu ! 17 saati uçuş olan, toplam 27 saatlik bir yolculuk sonrası nihayet Antalya'ya vardık. Beni en çok mutlu eden şeylerden biri de San Diego-Chicago uçuşunu yaptığımız Amerikan Havayolları uçağında Wi-Fi olmasıydı. Bu sayede en azından uçuşun yaklaşık 5 saati sıkılmadan geçti. Havada internete bağlanmak da ayrı bir olaymış onu anladım. 11 saat süren Chicago-İstanbul uçuşunda ise giderken olan film izleme performansım yoktu. Başrollerini Steve Carell ve Tina Fey'in paylaştığı "Date Night" ı izledikten sonra uykuya daldım. Gözümü açtığında İstanbul'a inmek üzereydik. Valizler, duty free derken son uçağımız olan Antalya uçağına da binip nihayet evimize vardık. Chicago Havaalanı'nda karşıma çıkan ve uyku sersemliği ile 5 kez yanlış girdiğim bu süpersonik Wi-Fi şifresi ise; dönüş yolculuğuma renk katan bir ayrıntı oldu :)